23 Ocak 2010 Cumartesi

Atina ve Kos

Seyahatlerimin arasında Atina’nın ayrı bir yeri vardır bende, çünkü Atina, gezi planlama yeteneğimi keşfetmeye başladığım ve bu şekilde gittiğim ilk yurtdışı şehri. Evet, “emekleme” dönemi sırasında çıktığım bu gezi, daha sonralardaki gezi planlarıma kıyasla çok daha az detaylı ve çok daha az planlı oldu diyebilirim. İstanbul – Atina arası bir otobüs bileti, ama sadece gidiş, ( Dönüş planı olmadığı için bize ayrılan sürenin sonlarına doğru yaşadığımız paniği okuyacaksınız :) )

19 Mayıs tatilinin pazartesi gününe denk gelmesi nedeniyle (2008 yılı) 3-4 günlük tatil elde etmenin heyecanını internette durmaksızın uçak bileti arayan ben çaresizce bari bir de turlara bakayım belki oralardan bir şeyler çıkar diyerek bazı tur sitelerinin sayfalarına bakmaya tam 1 ay öncesinden koyulmuştum. “Baştan başa Yunanistan turu” nu inanılmaz bir fiyatla sunan bir tur şirketini hemen arayarak rezervasyon yaptırdım...Birkaç arkadaşa tur sayfasının linkini göndererek ve gidecek kişiler listesini hazırladım. Geziye son bir gün kala tur şirketi yeterli sayıya ulaşamadığı için turu iptal etti.:( Elimizde “Baştan başa Yunanistan turumuz” için tarihi ve turistik bilgiler ve ekstra tur programları yerine yapabileceğimiz aktiviteler dışında pek bir şey kalmamıştı. İki seçenek vardı: Ya çok heveslendiğimiz tura gidememek ya da hırs yapıp şartları zorlamak:) Genelde çabuk pes eden insanlar olmadığımız için apar topar internette alternatifler aramaya koyulduk… Sonra Almanya’da kaldığım dönem içerisinde ülkeler arası yolculuklar için tüm Avrupa’ya rotası bulunan “Eurolines” otobüs firması aklıma geldi. Belki Türkiye’de de hizmetleri bulunur dedim ve siteden Türkiye- Yunanistan ve Türkiye- Almanya seferleri için Ulusoy ve Varan’la anlaşması olduğunu gördüm. Koltuk rezervasyonu yaptırarak ve o geceyi Atina’ya ait butik otel ve hosteller listesi, metro haritası ve yapılacakların bir kağıda toplanmasını tamamlayarak geçirdim. Otobüse tam zamanında yetiştik genelde böyle bir huy edinmiştik son zamanlarda tren ve otobüslere zamanında yetişememe gibi:) fakat dönüşümüzün Pazartesi olması sebebiyle o gün dönüş seferleri olmadığını öğrendik:( Hay aksi dediğinizi duyar gibiyim… Bizden de aynen böyle bir ses çıktı fakat buraya kadar geldik dönüşü trenle yaparız diyerek yine de gidiş biletini aldık.:) Biraz fazla cesur davrandık sanırım;) Yolculuk başlar başlamaz, planların bir kez daha üstünden geçerek yarı internasyonel otobüsümüzde çevreyi incelemeye koyulduk. Yan tarafımızda oturan Koreli’ye bakıp bakıp biraz şaşkınlıkla acaba Kore’den mi başladı bu yolculuk silsilesine diyerek biraz gülerek ve hatta anlamadığını umarak yer yer esprilerimize konu ettik. Az uz değil 16 saate yakın yolculuk ettik o otobüste farklı ve güzel yerlerde molalar vererek... Yunan kültürüne ve yemeklerine hafiften giriş yaptık..İlk izlenimimiz yemek tatlarımızın gerçekten çok benzer oluşuydu. Bazıları yemeklerin Türkçe isimlerini de söyleyerek bizlere hiç beklemediğimiz jestler yaptı..Hani bunlar bizi sevmiyordu? Sanılanın aksine izlenimlerimiz Türk olduğumuzu öğrendikten sonraki davranışları o eski Türk-Yunan düşmanlığının daha global düşünen genç kesimde azaldığını söylüyordu. Genellemeler doğru değildir diyerek izlenimlerim üzerine bunu söylediğimin tekrar altını çizmek isterim.

Zaman bolsa ve otobüste uyuyamama gibi bir problem yoksa eğlenceli oluyor bence otobüs yolculukları. Uyku harici zamanlarda geçilen yolları seyre dalmak ve sadece şehir merkezlerini değil, tüm coğrafya hakkında gözlem yapmak ve bilgi sahibi olmak için birebir. Aynı zamanda da oldukça ekonomik (2008 Mayıs kişi başı 108 Liraydı).

Yolculuğun en sıkıntılı kısmının Yunanistan sınır kapısında muhtemelen yaşanacaklar olduğunu düşünmüştüm, açıkçası kulaktan dolma öğrendiğim otobüsten indirilme, üst-baş araması, eğitimli köpeklerle otobüsün aranması, türlü aşağılanmalar ve zorluklar gibilerinden “sahneler” vardı aklımın bir köşesinde ama bunların hiçbiri olmadı. Yurtdışı çıkış harcını yatırmayanlar harçlarını yatırdı, Türkiye çıkışı mühürleri pasaportlara vuruldu, otobüsümüzün muavini pasaportlarımızı topladı, daha sonra tek sıra halinde gişedeki Yunan memurdan giriş mührü alarak işlemi tamamladık, işte hepsi bu kadar. O an ne kadar da kötümser olduğumu anladım :))

İşte size İpsala sınır kapısında çektiğim Resim ...Karayolu ile ülkemi ilk terkedişimin heyecanı...



Telörgüler ve sınırı çizen Meriç ırmağı



Sabaha karşı Atina’ya indiğimizde hava bir Mayıs sabahına göre oldukça serindi diyebilirim. “Acaba hep böyle mi olacak” türünden hayıflanmalarım birkaç saat içinde kaybolacaktı. Kısa bir araştırmadan sonra otelimizi bulup odamıza yerleştik ve şehre renk gelmesini beklemek ve biraz da dinlenmek üzere birkaç saat uyuduk. Küçük bir tüyo, yüksek tavanlı odalarda uyumak bence daha “verimli” oluyor. Uzun yıllar önce inşa edildiği her halinden beli olan otelimizde tavanlar her yerde hayret verecek şekilde yüksekti. Bunun hoşuma gittiğini itiraf etmeliyim.

Tazeleyici uykudan sonra otelden aldığımız şehir haritasıyla ve açlıktan zil çalan midelerimizle yollara düştük. İlk rotamız (tahmin etmek çok da zor olmasa gerek) tanrıların dağı Olimpos ve Akropolis !!!









Seyyar satıcıları ve irili ufaklı kafeteryaları geride bırakıp toprak yoldan yürüyerek tırmanmaya başlıyoruz. Tırmanışta ve aşağı inişte irili ufaklı tur gruplarının çoğunluğunu oluşturduğu bir insan seli var ve eminim bu ince toz bulutu yol boyunca hiç eksik olmayacak. İyi ki bu bahar mevsimi gelmişiz diye geçirdim içimden, ya yazın yanacaktık burada, ya da kışın çamura bata çıka ilerleyecektik !!
Kısa bir tırmanışın ardından görkemli Akropolis’e ulaşıyoruz.

Olimpos gezisinin ardından gece için enerji toplamak üzere otelimize geri dönüyoruz. Yolda gözüme çarpan, sıra sıra dizilmiş ve giyim eşyası satan ufak tefek dükkanlardan size bahsetmeden edemeyeceğim. Malumunuz, Yunanlarla Türklerin arası, kim ne derse desin, pek de iyi sayılmaz. Yüzyıllardan beri süregelmiş ve kah yükselip kah alçalan tansiyonla seyreden bir kültür mirası gibi sanki. Bizans devrinden, hatta belki daha da öncesinden başlayan, yüzyıllarca bazen alenen bazen de gizlice devam eden, 1453 İstanbul’un Fethi’nde veya 1922’de İzmir’de tavan yapmış bir nefret bu Yunanlardaki. İşte o nefret T-Shirtlerde, Sweatshirtlerde, eşofmanlarda, şapkalarda, çantalarda adeta vücut bulmuş. Konstantinapolis baskılı veya Türk bayrağını parçalayan kartal baskılı o kadar çok eşya var ki burada. Siz hiç Türkiye’de böyle Yunan düşmanı, ya da bırakın sadece yunanları, bir dargın bir barışık geçinip gittiğimiz onca ülkeden herhangi birini alçaltan ya da karalayan eşyalar satan bir mağaza hatırlıyor musunuz? Ben öyle bir mağaza gördüğümü hiç hatırlamıyorum. İnsanların sıcaklığına nispeten bu eşyaları görmek bence hayal kırıklığı yarattı açıkçası...

Gece şu meşhur Yunan tavernalarından birini bulmak hedefiyle barlar sokağı olarak adlandırılabilecek bir yere gittik. Burası birbirine geçmiş birkaç sokaktan oluşan, her bir kapıda garsonların sizi nazikçe içeri davet ettiği, her tarafından müzik sesleri yükselen çok şirin ve rengarenk bir yer. Küçük bir tanesini seçtik ve içeri girdik. (Buraya bir parantez açayım ve bir tavsiyede bulunayım. Atina’da bilmeden de olsa verdiğimiz bu doğru karar ilerde başka şehirlere gittiğimiz zaman daha da farklı tecrübelerle aklımızda yer etti: Küçük ve az gösterişli yerlere gitmekte fayda var. Daha büyük, reklamlı yerler bence daha fazla turist çekmek için, öyle olunca da o yöreye özgü motiflerin ya da adetlerin orijinalini ya da otantikliğini öyle yerlerde bulmak pek de mümkün olmuyor diye düşünüyorum.) Orta yaşlı, tok ve bir o kadar da etkileyici ve güzel sesli bir bayan, ona eşlik eden duayen çalgı ekibi, hafif tatlı uzo, o anın keyfini kaçırmamak için daha fazla anlatmayacağım, gidip kendi gözlerinizle görürsünüz :))



Uzo da şişede durduğu gibi durmayanlardan :))

Ertesi gün, ve aynı zamanda gezimizin son günü, şehri gezmek ve dönüş biletimizi almak üzere sabah erkenden yollara düştük. O sevinç ve heyecanla dönüş biletini en sona bıraktık. İlk durak şehrin kalbi Syntagma Meydanı. Ortada güvercini eksik olmayan fıskiyeli havuz ve sağlı sollu konumlanmış ağaçlarla tam bir buluşma veya dinlenme yeri burası. Parlamento binası da yine burada, ayaklarında kukuleta benzeri ayakkabılarıyla askerlerin nöbet değişimi beklenip görülesi bir seremoni. Hemen yakındaki milli parka da mutlaka uğramak gerekiyor. Küçük göleti, tertemiz havası, türlü bitki ve ağaçlarıyla insana kaybettiği enerjiyi geri veren bir yer burası. Çok da ilginç bir olaya ev sahipliği yapmış burası, Yunan tarihindeki bir kırılma noktası hatta.





İlk olimpiyatların düzenlendiği Stadyum ve Ulusal Arkeoloji Müzesi de görülebilecek yerler arasında.





Atina gezimizi böylece tamamladıktan sonra dönüş biletlerini almak üzere önceden yerini bellediğimiz tren istasyonuna yöneldik. Görevliye bilet sorduğumuzda acı bir sürpriz bizi epey bir panikletti, ertesi gün İstanbul’a tren yoktu! İşe yetişmek için mutlaka ertesi gün yola çıkmalıydık. Panik anında insanın kafası kısa bir süre duruyor, plansızlığından ya da hatasından dolayı kendine kızıyor ve vakit kaybetmeden alternatif çözümler bulmak için zehir gibi çalışmaya başlıyor. Bizde de aynen böyle oldu ve kurtuluş yolu ararken amaçsız gezindiğimiz caddede gördüğümüz tur acentelerinin camlarındaki ilanlar zihnimizde şimşekler çakmasına sebep oldu: Gemiyle dönecektik! Bir kapı kapanır, bir kapı açılır, ya da Allah sevdiği kuluna önce eşeğini kaybettirir sonra da buldurur, ne derseniz deyin ama o andaki sevincimiz görülmeye değerdi :))

Acentedeki elemana uyguladığımız kısa bir sorgulamanın ardından Atina’nın 10 kilometre güneyindeki Pire limanından Bodrum’a çok yakın bir Yunan adası olan Kos’a gemi kalktığını öğrendik ve bilet aldık. Kos Adası’ndan da Bodrum’a sık aralıklarla çalışan deniz otobüsü benzeri vasıtalar varmış. Hiç hesapta yokken bir de Yunan adası görmek varmış :))

Pire’ye gitmek üzere neşeyle tren istasyonuna gittik. Yolda ünlü Olympiakos Stadı’nı bile gördük :)) Pire tren istasyonuna indiğimizde daha önce hiç bu kadarını bir arada görmediğimiz bir açık pazar ile karşılaştık. Pazar ama öyle sebze meyve pazarı değil, zenci satıcılar yol kenarlarına serdikleri beyaz çarşaflar üzerinde ünlü markaların çok başarılı taklitlerini satıyorlar. Güneş gözlükleri, çantalar, şapkalar, aklınıza gelebilecek tüm pahalı markaların birebir kopyaları göz alabildiğince sıralanmış. Saate bakıyoruz, daha yarım saatten fazla vakit var, hemen karşısı da devasa gemilerin dalgalarla salındığı liman, öyleyse bu iştah kabartan pazardaki birkaç tezgaha göz atmakta bir sakınca yok. Yok da, keşke daha önce bizim peronun nerde olduğunu bulsaydık. Yarım saat sonra liman tarafına geçtiğimizde karşımızda “Port-7” vardı. Elimizdeki biletlere baktık, “Port-1”. “Ne olacak, arada altı peron var” demeyin, devasa gemilerden bahsediyorum, şu ülkelerarası seyahat eden, binlerce yolcu ve yüzlerce araç taşıyabilen gemilerden. Hal böyle olunca varın siz düşünün bir peronun genişliğini. İşte o anda günün ikinci paniği, ancak bu sefer çaresizliği yaşandı. Sırtımızda çantalar, elimizde torbalarla koşuyoruz artık umutsuzca, gemini kalkmasına da sadece birkaç dakika var. Bu gemiyi kaçırırsak eğer, bir sonraki ertesi gün, yani biz işe yine geç kalıyoruz, yanan biletler de işin tuzu biberi. İşte bu karışık duygularla canımızı dişimize takarak sıcağın altında koşuyor, koşuyorduk ama umut giderek azalıyordu. Zaman birden hızlanmış, yol da gittikçe uzamış gibi geliyordu artık. Allahtan akıl edip de yanımızdan geçen bir motosikletliye “dur” dedik, o da sağolsun durdu ( ama bu durdurma öyle bir otostopçu gibi kenarda el kaldırma gibi değil de, düpedüz yolunu kesip adamcağızın motorunu neredeyse zorla durdurup arkasına atlamak şeklinde oldu :). Adamda sıfır İngilizce, bizde sıfır Yunanca, bir süre karşılıklı “bağrıştıktan” sonra adam derdimizi anladı ve birinci perona doğru yollandık. Gayet ufak bir motorda üç kişi, neredeyse yürüme hızında giderken bir de üzerine adam yanlış yöne saptığını fark edip geri dönüp yeniden başka bir araya sapınca bizdeki sinirlerin boşalması sebebiyle adamcağıza ağzımıza geleni söyledik. Bağırıyorduk ama adam motorun gürültüsünden bizi duyamıyordu, zaten duysa da bir şey anlamazdı. Şimdi düşünüyorum da, ne kadar ayıp etmişiz, ya anlasa, gemiyi kaçırmanın üzerine bir de dayak ye !

Port-1”e vardığımızda gemi kapılarını yavaş yavaş kaldırmaya başlamıştı bile. Uzaktan el kol sallayıp bir müddet daha koştuktan sonra kendimizi güç bela içeri attık. Arkamı dönüp motorlu adama el salladım, o da el sallayıp geri döndü. Şimdi ne kadar minnettar olduğumu bir kez daha hatırladım, keşke tekrar görüşsek de bir iki kadeh uzo ısmarlasam :))

Yaklaşık 13 saat süren bir gemi yolculuğundan sonra Kos’a geldik. Geldik derken, tesadüfen uyanıp geminin bir limanda durduğunu fark edip de sağdan soldan Kos’a geldiğimizi anlayarak apar topar gemiden indik. Burası plajlarıyla, restoranlarıyla tam bir yazlık mekan, ama maalesef bizim gittiğimiz Mayıs ayında sezon pek daha başlamamış gibi görünüyordu. Olsun, biz yine de gezdik gördük, hatta mayomuzu giyip güneşlendik bile. Beach clubları, şehrin içindeki tarihi dokusu ve Greek salatalarıyla bir gün boyunca bize inamılmaz tatil keyfi yaşattı Kos. Tekrar gitme planımız var özellikle diğer Yunan adalarıyla birleştirip bu sefer sadece planlanmış(!) deniz tatili amacıyla:))





12 saatlik Kos'daki bulunuşumuzun ardından Bodrum'a kalkacak olan teknenin yanına 1 saat önce giderek kendimizi garanti altına almayı başardık ;) (Gemi fiyatlarını merak edenler için 45,50 Euro Pire – Kos, 28 Euro Kos - Bodrum) 1 saatlik yolculuğun sonunda karayolu ile terk ettiğimiz güzel ülkeme deniz yoluyla girecektim :p

Aşağıdaki resim; uzaktan Bodrum kalesini ve Türk bayrağı görmenin mutluluğu ile çekilmiştir:))



Mutlu son :)